Çanakkale Zaferi’ni tekrar kazanamazsınız, ama o zaferi kazanan insanı kazanabilirsiniz. Yaşatabilirsiniz. Daha doğrusu yetiştirebilirsiniz. Her başarının özünde insan var… Ama biz nedense parlak zaferlere kilitlenip kalır, zaferin özündeki insanı görmezden geliriz. Süleymaniye Camii’ne hayran olurken, Sinan’ı ıskalamak neyse, zaferlere bakarken insanı ıskalamak da o. Bu yaklaşım hem zaferi kazanan ecdadımıza, hem de kendimize haksızlıktır! Gelelim Çanakkale Zaferi’ne… Çanakkale Zaferi, salt stratejik hesaplara, askeri plânlara, kısacası maddi temellere dayandırılması mümkün olmayan bir destandır. Maddi temellere dayandıramazsınız, çünkü evvelemirde bu temelleri inşa edecek para yoktur… Devlet öylesine parasızdır ki, cepheye sürdüğü askerin karnını doyuramamakta, ayağına postal, sırtına kaput verememektedir. (İlginç bir ayrıntı: Mustafa Çavuş (Nam-ı diğer Diyar-ı Bekirli Musto) isimli kara yağız bir delikanlının yaz günü sırtında yamalı bir kaputla dolaştığını gören yüzbaşısı, kaputu çıkarmasını emretmiş, ancak Mustafa Çavuş utana-sıkıla, kaputun içine giyecek çamaşırı ve elbisesi olmadığını, bu yüzden aylardır sırtında kaputla savaştığını söyleyince, oracığa çömelmiş, başını ellerinin arasına alıp ağlamıştır). Anadolu’nun dört yanından gelen gencecik Mehmedler yarı aç, yarı tok (kavrulmuş süpürge tohumu yiyerek) savaşıyor, subaylarımız haftada bir çıkan sıcak çorbalarını bile, “Onlar güzel yemeklere alışkındır, biz nasıl olsa ne bulsak yiyebiliyoruz” diyerek İngiliz esirlerine veriyorlardı… Mehmedcikler, Müttefiklerin modern silahlarının yanında “çakaralmaz” sayılabilecek kadar eski silahlarla savaşıyorlardı… Durumun ne kadar aleyhimize olduğunu anlamak için kaba bir döküm verelim... Müttefikler 18 büyük zırhlı, 24 denizaltı (toplam tonaj 250 bin), 13 torpido gemisi, bombardıman ve keşif amaçlı olarak kullanılan 42 modern uçak, mevzilerimize günde ortalama 23 bin mermi fırlatan 506 top ve çok iyi eğitilmiş 350-400 bin askerle Çanakkale’yi geçmeye gelmişlerdi… Biz ise doğru düzgün bir mayın gemisine (tüm gemilerimizin toplam tonajı yalnızca 25 bin) sahip olmadan Çanakkale’yi savunuyorduk… Çoğu eski, demode 150 topla günde ortalama 370 mermi ancak atabiliyorduk. Sadece 2 uçağa ve aceleden eğitimini dahi tamamlayamamış bir kısmı lise son sınıf öğrencisi 350-400 bin askere sahiptik… Toplar eski olduğu için atılan mermilerin çoğu namlunun hemen önüne düşüyordu. Top eksikliğini gidermek için, Mehmedcikler, köylerden soba boruları toplamış, mevzilere dikmiş, arada bir altında çalı çırpı yakarak duman çıkarmalarını sağlamışlardı… İngilizler, dumanı tüten soba borularını, ateşlenmiş top zannediyor, bu sayede belki moralleri biraz olsun bozuluyordu. (Peygamber-i Âlişan Efendimizin, Mekke fethi öncesinde tepelere bol miktarda ateş yaktırıp, olduklarından daha güçlü, daha kalabalık görünmek isteğine paralel olarak geliştirilen soba borusu stratejisine bakarak, Çanakkale’yi savunanların, yürek ritimlerini Peygamberlerinin yürek ritmiyle bütünlemiş olduklarını anlamak zor olmasa gerektir) Gerçek şu ki, saldırganların maddi anlamda her şeyleri vardı, tamamdı; savunanların ise hemen hiç bir şeyleri yoktu, olanlar da yarım yamalaktı… Buna rağmen kazandıklarına göre, bu zafer ne anlama geliyor? Bu sualin cevabını, Mehmed Âkif, “Çanakkale Şehitlerine” isimli muhteşem şiirinde veriyor: “Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... “Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! “Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; “Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman? “Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? “Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.” • Çanakkale'de Sahebe Şuuru Çanakkale Savaşı hakkında söylenenlere kulak verenler öncelikle şaşırır, ardından neden Çanakkale'yi bu kadar önemsiyorsunuz derler. Nasılsa o da bir cephe. Büyük dünya savaşının sadece bir parçası. Tarih böyle sahnelerle dolu. Hem 1. Dünya savaşının o kadar çok cephesi varken neden Çanakkale? Bu soruya verilecek en güzel cevap yine Çanakkale'yi anlatmaktan geçer. Hem cepheyi hem de cephede yaşananları, cephedeki kahramanlıkları ve kahramanları. Çanakkale Savaşı bir milletin varlık ve yokluk savaşıdır. Çanakkale Savaşı madde ile mananın alabildiğine iç içe girdiği farklı bir zaman dilimidir. Yine Çanakkale Savaşı, vatanı, dini ve namusu için kendinden geçen nice insanımızın sahabe ruhuyla bütünleştiği melekleştiği, ve tarihin çok az şahit olduğu ulvilikte davranışlar sergilediği ilginç bir mekandır. Osmanlı Devleti'nin büyük bir acziyet içine düştüğü ve dünyanın birçok yerinde savaş vermek zorunda kaldığı bu elim cephelerde,düşmana büyük bir kahramanlıkla göğüs gerilirken, İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Mehmetciğin ulvi keyfiyetini çok iyi keşfetmiş ve Çanakkale Şehitleri isimli şiirinde Bedrin Aslanları ile Çanakkale Şehitlerini yan yana getirmiştir. Gerçekten de dikkatli bir gözlemle incelendiğinde cephelerde mücadele veren Mehmetciğin, sahabe şuuruyla kanatlandığı görülecektir. Şimdi hep birlikte bu kahramanlara kulak verelim, aralarında yüzlerce yıl olmasına rağmen bakalım davranışları ve hissiyatları noktasında bir fark görebilecek miyiz ? EBU AKİL GİBİ BİR KAHRAMAN 18 Mart deniz harekatı ile istediklerini elde edemeyen düşman askerleri 25 Nisan kara çıkartmaları ile bu küçücük yarımada da adım adım ilerliyor, toprağın her santimetresini kana ve yasa boğuyorlardı. Vatan, din, namus diyen Mehmetçik ise imkanlarının son damlasına kadar bulunduğu mevkii koruyor ve gerektiğinde canını bile vermekten çekinmiyordu. Nisan'ın sonlarında başlayan bu önü alınmaz düşman sevkıyatı tüm hızıyla sürmekteydi. Güney grup komutanlığımız savunma ve tahkimat emri vermişti. Siperler birbirlerine alabildiğine yaklaşmıştı. Sol kanadımızdan Fransız birlikleri taarruza başlamışlardı. Düşman taarruz öncesinde Türk siperlerini acımasızca dövüyor ardından saldırıya geçiyordu. Fransızlar da öyle yaptılar. Önce sağanak sağanak top gülleleri, havada uçuşan şarapnel parçaları ve ardından düşman saldırısı. Mehmetçik yek vücut karşı koydu bu hayasızca akına. Fransız askerleri püskürtülmüştü. Fransızların ardından bu kez de İngilizler sağ taraftan saldırıya başladılar. Onlarda öncelikle şiddetli bir topçu ateşine tuttular siperleri. 15 Haziran tarihinde büyük bir taarruz harekatına giriştiler. Bu harekatta başarılı da oldular. Sağ kanadımız yarılmış, İngiliz askerleri 2 km kadar içeriye girmişlerdi. Durum bir hayli kritikti. Ya geri çekilecektik ya da her şeyi göze alarak son nefesimize kadar düşmana karşı dayanacaktık. Önemli bir emrin karar aşamasında bakın neler yaşandı ve bu hayati emri kimler, nasıl bir durumda ve neleri göz önüne alarak verdiler. Derviş Paşa'nın oğlu, Kurmay Yüzbaşı Kemal Bey de o günlerde cepheler arasında koşuşturanlardan biriydi. 2. Tümen içinde kah ileri hatlara kadar gidiyor, askerleri ile omuz omuza mücadele veriyor, kah geri hatlarda durumu kontrol ediyordu. Savaşın ölüm kalım anı denilebilecek 21 Haziran gününde, Tümen komutanlığından gelen bir emirle ileri siperlerin durumunu incelemeye yollandı. En uç kısımlarda dolaşıyor, askerlerinin ve siperlerinin durumunu gözlemliyordu. Kurşun yağmur gibi yağmaktaydı. O sırada elinden yaralandı fakat yarasına aldırmayarak işine devam etti. Tam tepelerinde top mermileri patlıyor, kocaman şarapnel parçaları dört bir yana dağılıyordu. İşte ne olduysa o anda oldu ve bir şarapnel parçası Yüzbaşı Kemal Bey'in tam kasığını parçaladı ve geçti. Yara bir hayli ağrıdı. Doktorlar Kemal beyin derhal ameliyat edilmesini istediler. Askerlerinin kollarında ameliyat mahalline götürülürken kendine geldi. - Beni nereye götürüyorsunuz?, diye sordu. - Sargı yerine efendim, dediler. - Beni hemen tümen karargahına götürünüz, diye üsteledi. İtaatsizlik edemezlerdi çünkü emri veren yüzbaşılarıydı. Yüzbaşı Kemal Bey'i derhal Tümen karargahına götürdüler. O sırada karargah çadırında şiddetli bir tartışma yaşanıyordu. Önce Fransızların ardından İngilizlerin taarruzları ile ön siperler perişan bir duruma gelmişti. Hele İngilizlerin 2 km kadar içeriye girmeleri durumu daha da vahim bir hale getirmişti. Yüzbaşı Kemal Bey çadıra getirildiği sedye içerisinde âdeta yaralarının acısını unutmuş, bu şiddetli tartışmanın sonucuna kulak kesilmişti. Derken subaylardan biri ilk hattaki siperlerin boşaltılmasını önerdi. Bu öneri çadırda yankılanır yankılanmaz yaralarından oluk gibi kan akan ve bunun tesiriyle yüzü gözü sararmış ve solmuş olan ve adım adım ölüme yaklaşan Kemal bey dirilir gibi oldu. Başı sedyeden yükseldi ve haykırarak; - Aman geri çekmeyin, sakın cepheyi geriye almayın! diye seslendi. Tartışma devam ediyordu. Az sonra bir başka subay Kerevizdere mevkiinin kritik durumundan bahsederek, askerlerin dayanamayacağından bahsetti ve orası için bir çekilmenin söz konusu olup olamayacağını sordu. Sedyeden yine bir haykırış yükseldi. - Dayanır. Daha sonra yanında bulunan neferlerden birine; - Bir ezan okur musun, dedi. Kemal Beyin bu emri üzerine asker yüksek sesle ezan okumaya başladı. Ezanın her namesinde çadırın içindeki hava daha bir ulvileşiyor, çadırdakilerin gözlerinin kenarlarında damlacıklar birikiyordu. Ezan sesinin en yüksek tınısına çıktığı o demde artık çadırda ağlamayan bir tek göz kalmamıştı. O güzel baş sedyeden bir kez daha yükseldi. Arkadaşlarına döndü ve - Bu nidanın yok olmasını ister misiniz? Ey aziz kardeşlerim, diye sordu. - Hayır elbette hayır, diye cevap verilince; - Öyleyse hazırlanın ve sakın cepheyi geriye çekmeyin, dedi. Karargah çadırında karar verilmişti. Hiçbir siperde geri çekilme harekatına girişilmeyecek, eldeki topraklar son askerimize kadar savunulacaktı. Yüzbaşı Kemal Bey, bu karar sonrasında başını huzur içinde yeniden sedyesine indirdi. Az önce vatan müdafaası ve buraları düşmana kaptırma endişesi ile iri iri açılan gözler şimdi yeniden kapanmıştı. Çevresindeki askerler telaşla sedyeyi sırtlandılar ve sargı yerine doğru yollandılar. Yüzbaşı Kemal Bey çok kan kaybetmişti. Her geçen saniye sanki bu dünyadan biraz daha kopuyordu. Ama bu kopuş bir ayrılık değil, O'nun için En Güzel'e doğru bir seyahatti. Soğanlı Dere'nin üstünden Behramlı köyüne gelmişlerdi. Kemal Bey iyice ağırlaşmıştı. Derken yanındakilere işaret etti. Durdular. İşaretle bir yudum su istedi askerlerinden. Az önce ezan ve vatan sevgisiyle haykıran bu mübarek dudaklardan şimdi son cümleler dökülüyordu; "Ey Rabbim beni Müslüman olarak öldür ve Salih insanların arasına dahil et." Askerlerinin kollarındaki bu mübarek şehit Havuzlar Bölgesine getirildi. Burada 9 tane daha şehit gömülmek için bekliyordu. Yüzbaşı Kemal Bey ve Anadolu'nun dört bir yanından gelen diğer şehitler buraya dualarla defnedildiler. Onlar, yıllardır aradıkları güzeller güzeline toprağın bağrında kavuşmuş olarak akşamlarken, Yüzbaşı Kemal Bey'in ısrarı ile alınan karar çerçevesinde, siperlerini bırakmayan Mehmetçikler, destan üzerine destan yazmaktaydılar. Düşmanın ardı arkası gelmez taarruzu kırılmış ve birlikleri püskürtülmüştü. Türk askeri bir adım bile gerilememişti. İşte Mehmet Akif'e, Bedr'in aslanları ile Çanakkale kahramanlarını kıyaslatan şanlı örneklerden biri. Gelelim İnsan güzeli Yüzbaşı Kemal beyin davranışları ile bizlere hatırlattığı şanlı sahabeye. Bakalım O'nu konuştuktan sonra bu iki insan arasında siz fark görebilecek misiniz? O da bu güzel davaya gönül vermiş olarak Hz. Peygamberin yanında yerini almıştı. Bedir, Uhud, Hendek derken hemen bütün muharebelerde bulunmuş ve hep güzel dini adına ölümü kollamıştı. Ama ne yazık ki aradığı hiçbir yerde maksuduna erememişti. Hz. Peygamberin vefatından sonra da bu adetini sürdürdü. Nerede bir fedakârlık bekleniyorsa O, muhakkak oradaydı. Zaten bir Ensar olarak o ve topluluğu Hz. Peygamberin indinde fedakarlığın simgesi olmamışlar mıydı? Muhacirler aç ve yokluk içindeyken onlara kapılarını açmamışlar mıydı? Hz. Ebu Bekir döneminde yalancı peygambere karşı yapılan seferde de bulunacak, orada da her köşe başında Allah yolunda ölümü arayacaktı. Hz.Ömer'in oğlu Abdullah'ın anlattığına göre, savaşın en çetrefilli bir zamanında O'nu ağır yaralı bir vaziyette çadıra getirmişlerdi. Üzerine bir örtü örtülmüştü. Âdeta ölümü bekleniyordu. O sırada dışarıdan bir nida duyuldu. Bu ses düşmana karşı savaşan birlikleri toplamaya çalışıyor ve Ensara sesleniyordu. - "Ey Ensar topluluğu, Huneyn'de olduğu gibi bir kere daha toplanın." diyordu. Bu sesi duyan Ebu Akil yattığı yerde, örtünün altından hortlar gibi olmuştu. Daha yanındakiler müdahale bile edemeden O, çoktan çadırdan çıkmış ve düşman saflarına dalmıştı. Hz.Abdullah O'nu savaş sonunda buluyor ve diyor ki -" O'nu buldum. Üstü başı yara bere içindeydi. Âdeta kütükteki et gibi doğranmıştı. Yanına yaklaştım hâlâ yaşıyordu. Ama sadece bir soluk kalmıştı. Bir şey söylemek istiyordu. Kulağımı ağzına yaklaştırdım. Son soluklarını kullanarak şöyle dedi. "Kim galip, kim mağlup." İşte onun derdi oydu. Son nefesinde bile kendi durumunu değil, davasının muzafferiyetini düşünüyordu. Çanakkale’de İnsanlık Dersi Baştanbaşa bir destandır Çanakkale.. Mehmetçiğin aslanlaştığı aynı zeminde şefkat kahramanı kesildiği.. yokluğun varlığa galebe çaldığı.. imanın zaferinin bayraklaştığı.. toptan bir milletin istikbalini pazara çıkarıp ölüm kalım mücadelesi verdiği yerdir Çanakkale... Anlatılamayacak kadar çok harikulâde hadisenin vuku bulduğu, ehl-i keşfin işaretiyle, Rasûlüllah’ın da ruhaniyeti ile hazır bulunduğu Çanakkale hakkında pek çok kıymetli eser kaleme alınmıştır. Bu nadide eserleri okurken insan, kimi zaman göz yaşlarıyla, kimi zaman coşan bir gönülle, kimi zaman mahzun ve mükedder, kimi zaman da iftiharla olup bitenleri sanki bir sinema ekranından seyrediyormuş gibi olur ve 97 yıl önceki olayları hayalinde bir kere daha yaşar. Akıl almaz hadiseler, dehşetengîz olaylar zaman zaman insana gayri ihtiyarî "olamaz böyle şey" dedirtir. Japonların maziden çok iyi ders aldıklarını, Hiroşima ve Nagazaki’nin bir kısmını II. Dünya Harbi sonundaki durumuyla aynen bıraktıklarını, çocuklarını önce modern fabrikaları gezdirip ardından bu iki şehri ve tahribin boyutlarını gezdirip göstererek, "Eğer siz, çalışmaz ve o modern fabrikaları daha da ileri götürmezseniz, birileri gelir yine sizin memleketinizi bu hale çevirir" şeklinde ders verdiklerini okumuştum. Tarihten ders alabilen milletlerin geleceğe daha güvenle bakacakları da bilinen bir gerçektir. İşte Çanakkale, ders alacak o kadar çok yönü olan bir hadisedir ki, belki de Asr-ı Saadet istisna edilecek olursa bir benzeri görülmemiş bir mücadeledir. Evet o derslerden biri de imanla gerilmiş Mehmetçiğin akıllara durgunluk veren insanlık dersidir. Ateş çemberi içinde mürüvvet sergilemesi, şefkat ve merhamet kanatlarını sonuna kadar yerlere sermesi, aciz ve muhtaçların imdadına koşması eşine az rastlanır bir düzeydedir. YARBAY HASAN VE CANBERK:Kalbi engin bir şefkat ve merhametle dolu olan Yarbay Hasan Bey, Kilitbahir köyünden geçerken yaralı bir köpeğin su içmek için köy çeşmesine yaklaşmaya çalıştığını, fakat çeşme başında çamaşır yıkayan kadınların ve oynayan çocukların yarasından kanlar ve irinler akan bu köpeği çeşmeye yaklaştırmadığını gördü. Köpek boynunu büküp çaresiz bir şekilde dönerken olayı takip eden Hasan Bey atından atladı. Akan kanlarına ve irinlerine aldırmadan köpeği kucaklayıp çeşmeye getirdi. Önce bir güzel susuzluğunu giderdi, sonra yaralarını sardırıp karnını doyurdu. Köpek âdeta hayata yeniden dönmüştü. Velinimeti olan Hasan Bey’in peşini bırakmıyordu. Yarbay Hasan Bey de köpeği sevmişti. Ona Canberk ismini koydu. Canberk Türk siperlerinde gündüz savaşlara katılıyor akşam nöbet tutuyordu. Yaraları da artık iyileşmiş, tüyleri yeniden çıkmıştı. Bir gün Fransızlarla yapılan süngü harbinde Mehmetçik başarılı olmuş, düşman siperlerini ele geçirmişti. Yarbay Hasan Bey siperler arasında dolaşıp yaralı olan askerleri cephe gerisinde kurulan hastaneye sevkediyordu. Bir Fransız askerinde hafif bir kıpırdanma görünce yaralı zannedip yanına yaklaştı. Zira merhamet âbidesi olan Hasan Bey’in engin yüreğinde sadece yaralı bir köpeğe değil, göğüs göğse çarpıştığı düşman askerine bile fazlasıyla yer vardı. Fakat yerdeki Fransız askerinin Canberk kadar bile iyilikbilirliği, kadirşinaslığı yoktu. Yarbay Hasan Bey şefkatle eğilip yarası var mı diye bakarken ani bir hareketle hançerini çıkarıp Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Artık Hasan Bey son anlarını yaşıyordu. Askerleri büyük üzüntü içindeydi. Canberk de koşa koşa gelmiş Hasan Bey’in ellerini yalıyor, melül melül gözlerine bakıyordu. Tabur imamı da geldi, başında Kur’an okuyordu. Yarbay Hasan Bey yanındaki askerlere birden “Beni ayağa kaldırınız” diye seslendi. İki asker kollarına girip Hasan Bey’i ayağa kaldırdılar ve Hasan Bey son sözlerini söyledi: “NİYE ZAHMET BUYURDUNUZ YA RASÛLULLAH?” KUL MUHAMMED VE MOLLA ABDULLAH Avustralya’nın keşfi sonrasında, buralara insanlar göçmen olarak gelip yerleşmeye başlamışlardır. Bu gelen kişilerin arasında Osmanlı tebaasından insanlar da vardır. Bu kişiler ile birlikte kıtanın bazı yerleri tam bir Orta Doğu görünümü alır. Özellikle Silver City şehri, Bu kentin en dikkat çeken simalarından birisi Molla Abdullah idi. (...) Kendisi buralara ilk geldiğinde önceleri iş bulamaz, fakat sonra halkın, güvenilir et konusunda et satıcılarına güvenmediğini görünce kasaplık yapmaya başlar. Molla Abdullah’dan bir süre sonra yine aynı şehre, Kul Muhammed adında bir Türk genci gelir. Kul Muhammed de ucunda Türk Bayrağı sallandırdığı tahta bir araba ile başlar Osmanlı dondurması satmaya(...) Molla Abdullah ile Kul Muhammed zaman içerisinde sıkı bir arkadaşlık kurarlar İşleri de çok iyidir ama güzel günler pek uzun sürmez. Zira Osmanlı Devleti yani biricik vatanları ile ilgili kötü haberler almaya başlamışlardır.İlk aldıkları haberlerden biri de dört kendini bilmez milletin Osmanlı’ya savaş açtığıdır. Osmanlı Devleti ise büyük bir acziyet içerisindedir. Tükürüğü ile boğacağı bu topluluklara karşı büyük bir hezimete uğrar. Halbuki Balkan savaşına katılmak isteyin Kul Muhammed ve Molla Abdullah günlerdir hazırlık yapmaktadırlar. Osmanlı’nın yenilgi haberini alınca çok üzülürler Tüm hazırlıkları kala kalır. Bir süre sonra bu kez daha dehşetli bir savaş başlar. 1. Dünya Savaşı. İngilizler bu savaş için Avusturalya’nın her yerinden asker toplamaktadır. Bunu duyan Kul Muhammed ve Molla Abdullah hemen askerlik şubesine giderek askere yazılmak ister. Ancak yetkililer bunu kabul etmez Siz osmanlısınız, derler. Halbuki biz İngilizlerin yanında Osmanlı’ya karşı savaşmaya gidiyoruz. Tüm ısrarlarına rağmen olumlu bir cevap alamazlar. Israrın artması üzerine Avustralyalı yetkililer daha fazla ısrar etmemelerini, yoksa kendilerine savaş esiri muamelesi yapacaklarını söylerler. Molla Abdullah ile Kul Muhammed bu tavır karşısında yılacak pes edecek insanlar değillerdir. Hemen o gece neredeyse sabaha kadar ne yapacaklarını konuşurlar. Evet ülkelerine gidemiyor, düşmana karşı vatan müdafaası yapamıyorlardı. Fakat bu, kesinlikle düşmana karşı boş duracakları anlamına gelmezdi. Mademki bu topraklardan çıkmalarına müsaade edilmiyordu öyleyse bu topraklarda mücadele edeceklerdi. Kul Muhammed çok iyi silah kullanıyordu. Molla Abdullah’da birkaç gün süren sıkı bir eğitim sonrasında gayet iyi bir duruma geldi. Ellerinde avuçlarında ne varsa silah ve cephane alımına verdiler. Artık harekete geçme zamanı gelmişti. Her gün vagonlar dolusu insan askere alınıyor ve trenlerle limana sevk ediliyordu. Bulundukları kentin yakınında ki Broken Hills Dağı’nın yanından da bir tren yolu geçiyordu. İşti tam bu trenin geçtiği boğaza mevzilenecekler ve düşman askerlerinin geçişine engel olacaklardı. 1 Ocak 1915 günü bütün hazırlıklarını tamamlamış olarak burada mevzilendiler Aynı gün içerisinde binden fazla askerin bulunduğu bir tren buradan geçecek ve limana sevk olunacaktı. Tren yolunda bir dondurma arabası duruyordu ve üzerinde de kırmızı bir bayrak vardı. Tren durmak zorunda kalmıştı. Trenin etrafında treni korumakla görevli olan atlı birlikler tepede aynı bayraktan bir adet daha sallandığını gördüler silahlarını tepeye doğrulttukları anda tepeden trene kurşun yağmuru başladı. İçerisinde ki onlarca ölü ile birlikte tren geri dönmek zorunda kaldı. Hemen bölgeye güvenlik birlikleri gönderildi. Onlar yetersiz kalınca askeri birlikler sevk olundu. Yeni getirilen kuvvetler değişik yönlerden bu kahraman insanları çembere almaya çalıştılar.Kendileriyle çarpışan kuvvetlerin en azından bir tabur olduğunu düşünüyorlardı. Saatler geçti çarpışmanın çok şiddetli olduğu bir anda Kul Muhammed şehit düştü. Molla Abdullah hala direnmeyi sürdürüyordu. Derken iki kahraman insanımızın bulunduğu yerden hiç ses gelmez oldu. Avustralyalı askerler yavaş yavaş yaklaştılar.kan içinde kalmış silahlarına sıkı sıkı sarılmış iki kişi bir kayaya yaslanmış yatıyorlar.Sadece Kul Muhammed’in üzerinde 21 adet kurşun yarası sayıldı. Onları asıl şaşırtan iki kişi ile karşılaşılması oldu halbuki onlar en az 50 kişi ile çarpıştıklarını düşünmekteydiler. İki şehidimizin naaşlarını, silahlarını ve arabayı alarak şehre götürdüler. Ama korkuları henüz geçmiş değildi. Avustrulyalı askerler uzun süre dağlarda başka Türk olup olmadığını aradılar. Ama aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen dağlarda başka Türk bulamadılar. Molla Abdullah’ın üzerinden “Bu yaptığımızı Allah ve Sultanımız adına yapıyoruz. Cihadımız hak yolunadır, Ne yaptığımızı bir biz bir de Allah biliyor” şeklinde yazılı bir kağıt çıktı. Avustralya’da haftalarca kahraman şehitlerimiz ve onların bu hadisesi konuşuldu. Bu hadise Avustralya tarihine “Broken Hills Savaşı” olarak geçmiştir iki şehidimizin mezarı bugün bilinmiyor. Ama arabaları silahları ve bayrakları Avustrulya’da bir müzede saklanmaktadır. Büyük bir askeri birliğe karşı savaşırken siper olarak kullandıkları kaya da bugün Türk Kayası olarak biliniyor. Ve geriye kalan ise bizlerin bu olaya bakarak alacağı ibrettir Dünyanın bir ucunda Allah’a ve Sultana bağlılıkları ve vatan sevgileri ile bir devlete kafa tutabilen bu insanlar acaba bu cesareti nereden bulmuşlardı? İşte haftalarca yabancı basın bu sorunun cevabını aradı. İngilizler Bu harekattan çok korktular. Çünkü bu hareket sonrası Avustralya’da bulunan 500 civarında ki Afgan devecide isyan etmiştir. İşte hikayemiz bu. Bu hadiseye yorum yapmaya gerek yok. Bu cürmü küçük ama kendisi büyük hadiseyi sizlerle paylaşarak şu an acınacak durumda olan bir milletin nasıl bir ecdadın torunlu olduğunu anlatmak ve ümitlerinizi sıcak tutmak istedim sadece. Kul Muhammed, Molla Abdullah ve binlerce şehidimizin ruhu şaad olsun. Fatihalarınızı bu kahramanlardan eksik etmeyin
RESULULLAH ÇANAKKALE SAVAŞINDA!!! Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, Cemal Öğüt Hoca efendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Cemal Öğüt Hoca efendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Cemal Öğüt Hoca efendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevliyle aralarında yakınlık hâsıl olur. Cemal Öğüt Hoca efendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösterir. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hoca Efendinin merakını celbeder ve bir gün sorar: "Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye dalar ve kısa süre sonra başını kaldırarak şöyle der: "Allah ve Resûl’ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hoca Efendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Türbedar da pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir; ancak Cemal Öğüt Hoca Efendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder: "Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile." 1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: 1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahid, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi aramızda yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu. Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça arttı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum: "Efendi! mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yanına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki: "Ben uzun yılların hasret ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini mi çekti? Ya da Efendim burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur." Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Zira son derece samimî bir hâl içindeydi. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı? Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti. Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi: "O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…" diye buyurarak, hem türbedarın kafasındaki soru işaretlerini giderir hem de Hintli alimi endişelerinden ayırarak, gönlünün rahat olmasını sağlar. Cemal Öğüt Hoca Efendi de, böylece türbedarın anlattığı hadiseyle Osmanlı’ya olan sevgisinin hikmetini ibretli bir şekilde öğrenmiş oldu. |